YUNUS HÜDAYİ
BESMELESİZ EĞİTİM
Laiklik kavramını istismar ederek insanımıza dünyayı dar etmeye çalışanların, Cumhuriyet tarihi boyunca laiklik kavramı üzerinde ittifak ettikleri tek konunun, bu kavramı bir cadı kazanı gibi kaynatıp, inanç ve fikir sahiplerini bu kazanda eritme olduğuna şahit olmuş bir kuşağız.
Gerçekte kilise ve devlet çatışmasıyla ortaya çıkan bu kavramın Batı’da anlaşılan muhtevası ile bizde anlaşılan şekli arasında çok ciddi çelişkiler görüyoruz.
Kilisenin, topyekun bir dünya görüşüne sahip olmadığı, daha çok bir ahlak öğretisi merkezinde faaliyet alanı olan bir karaktere sahip olduğu biliniyor. Öte yandan pozitivizm ve materyalizm akımlarının kasıp kavurduğu, dünya hayatından başka hayat tanımayan nesillerin yoğunlaştığı Batı için, laikliği tarif etmek ve sistem içerisine oturtmak hiç de zor olmamıştır.
Her türlü ahlaksızlık ve rezilliğin sorunsuzca yaşandığı Batı’da aynı zamanda kilisenin devletten bağımsız kendi özel fonlarıyla faaliyet yaptığını, hatta Amerika’da kendi din eğitimlerini kendileri üstlenen eğitim kurumlarının, üstlenmiş olsaydı devlete ödemeleri gereken 6.000 küsur Dolar vergiyi verme yükümlülüğünü kaldıran kanunun yürürlüğe girmesini dikkate aldığımızda, laikliğin bir sorun teşkil etmediğini görüyoruz.
Bize gelince; bizim inancımız topyekun bir dünya görüşüne sahiptir. Bizim ahiret diye bir kaygımız vardır. Ahlakî öğretilerin yanında muamelatta da gereğini yerine getirmekle mükellef olduğumuz kurallarımız ve önceliklerimiz vardır.
“Ardından bir nesil geldi, namazı terkettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte onlar Ğayya kuyusuna atılacaklardır.” (Meryem, 59) ayetine muhatap olan bir kuşak, kıblelerini Batı’ya çevirince, dini hayattan tecrid etmek için laiklikten uygun bir kavram bulamadılar. Hayatlarını dine göre düzenlemek isteyenlere de çağdışı, mürteci, yobaz yakıştırması yaptılar. Böylece eğitimden ticarete kadar her alanda Allah’ı asla hatırlatmayacak, dini tecrid edecek düzenlemelerle, hayatımız ancak dünya hayatıdır diyen, ahiret kaygısı olmayan, şehvetlerinin peşinde sürüklenen genç beyinler yetişecekti.
Bunun için çok çaba sarfettiler. Körpe beyinler, dinden tamamen soyutlanacak bir eğitim sürecini yaşadı bu ülkede.
Ancak zamanla dini, kültür ve motifler bazında da olsa hayattan tamamen koparamayacaklarını anlayınca münafıklığa başladılar. Burada da laiklik en iyi istismar aracı olarak gündemdeki yerini korudu.
“Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip; ‘bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız’ diyenler ve bunlar (iman-küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçekten küfre saplananlar bunlardır. Ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa, 150-151) kelam-ı ilahisi bu tavrı net bir şekilde tasvir ediyor. Onlar kabul edebilecekleri dini motifler için, kültür namına yahut siyasi popülizm adına vize veriyorlar. Ama iman, amel ve gönülden boyun eğmeyi gerektirecek hususlarda ise laikliğe aykırılık yaftasını boyunlara asıyorlar.
Mü’minin dünya görüşünde, zerreden kürreye her şey Allah’ın mülküdür. Eğitimden ticarete, sanattan sanayiye kadar her konumda, Cenab-ı Hakk’a şükredip nimetlerini tefekküre, O’na duyulacak minnete sevkedici hadiselerle kuşatıldığını görür mü’min.
Oysa, körpe dimağlar besmelesiz bir eğitimle o saf ve terü taze zihinlerini eğitime açıyorlar. Her biri Cenab-ı Hakk’ın kudret göstergeleri olan, her biri onun eşsiz sıfatlarının tecellilerine makes bulunan fen, sosyal, matematik, coğrafya, psikoloji vs. gibi pozitif nam verilen ilimler, adeta onu hiç hatırlatmamak için özenle seçilmiş, donuk, kısır taraif ve formüllere hapsedilerek sunuluyor. Neslimiz, hayatlarının en verimli çağlarında kuru formüllerle, faydasız bir yığın bilgilerle zihinlerini doldurmakla meşgulken, laik kahramanlar göğüslerini kabartacak, yüz akı bir ilerleme ile bu millete ne kazandırdıklarını bir anlatsalar da dinlesek!
Ekonomik ve sosyal bağımsızlıkta bir arpa boyu yol alabildiler mi dersiniz? Oysa dünya hayatına talip oldukları için en azından batılıların seviyesinde bir dünya inşa etmeleri gerekmez miydi?
Yoksa, onların çarkında yetişen nesilden bol bol hortumcular, caniler, hırsızlar mı türedi bu ülkede.
Ortaokul çağlarına kadar inen uyuşturucu ve fuhuş hadiseleri nasıl zuhur edebildi dersiniz?
Şairin dediği:
“Dünyamızı yamadık yırtarak dinimizden,
Din de gitti, dünya da gitti elimizden.” beyti özlü bir izah getiriyor.
Laikliğin bizde uygulanan şekliyle en baskın karakteri dinle devlet işlerini birbirinden ayırmak değil, kişilik bütünlüğünü parçalamak, dindar insanları rencide edici saplantıları kanunların yorumu olarak sunmak, dini hayatın en görünmez tarafına sıkıştırıp izole etmek olmuştur.
Bu durum, bir savaştan daha ağır bir tahribat yaptı ülkemizde. Hakikaten laikliğin bu olumsuz yorumları iliklere kadar işlendi. Zihinlere yerleştirdiği çelişki ve ikilemlerin darbesinden etkilenmeyen bir fert neredeyse kalmadı. Okulda, evde, pazarda bütün öncelikleri dünyaya göre dizayn edilmiş insanımız, hep bu ikilem tokmakları arasında sarsılıp duruyor.
http://www.enfal.de/eg28.htm Kaynak: Ilkadim dergisi, 01-2004